TÜRKİYE UMUT OLABİLİR Mİ?

Bugün dünyamızın halinin iyi olduğunu söylemek pek mümkün değil.

                                                    TÜRKİYE UMUT OLABİLİR Mİ?

          Bugün dünyamızın halinin iyi olduğunu söylemek pek mümkün değil. Batı ve Ortaklarının doymak bilmeyen sahip olma, hükmetmek, tüketmek hırsı, dünyamızdaki bütün canlı varlığı yok olma tehlikesiyle baş başa bırakıyor.

                Tarih sayfalarını karıştırdığınız zaman karşınıza öldüren Batı ile yaşatan bir Doğu tezatı ile karşılaşıyoruz. Ünlü tarihçi diye bize sundukları Homeros’un söyledikleri ile Heredot’un, Eflatun’un yazdıkları birbirini tamamlamasa da Doğu ile Batı arasındaki çatışma Truva savaşı ile başlamış, günümüze kadar şekil değiştirerek devam edegelmiştir.

                Tarihin gerçekleri ile efsanelerin hayallerinin vardıkları tek bir ortak nokta vardır. Doğu’nun değerleri ile Batı’nın hedefleri temelde birbirinden çok farklıdır. Paris eski resimlerinde servet ve kudret değil “ aşk” vardır. Batı’yı temsil edenlerde nefret bulunur. İşte Doğu-Batı çatışmasının temelinde esas itibariyle aşk ve nefretin, maneviyat ve maddiyat karşıtlıkları bulunur. Bu durum Truva’dan başlamış ama Yunanlılar( Büyük İskender) Mezopotamya’dan, Mısır’dan ve Anadolu’nun içinde bulunan Doğu bilgeliğinin etkisi ile Ege kıyılarını Batılılaştıramamıştır.

            Şu bir gerçek ki Yunanlılar Mısır’dan matematik ve geometriyi, Babil’den sosyal yaşam kanunlarını, Ege sahil kentlerinin yetiştirdiği Tales, Pitagoras, Heraklitus gibi bilgeler sayesinde öğrendiler. Bilgelikte erdem maddi çıkarlar, zenginlik, aile soyluluğu değil; adalet, yiğitlik ve tevazudur. Eflatun toplum olarak da birey olarak da modellerinde, açıkça itiraf etmese de Doğu’dan çok etkilendiği görülür. Onun öğrencisi Aristo’nun yetiştirdiği İskender kılıç yoluyla Doğu ile Batı’yı birleştirmiş ve Pers İmparatorunun kızı ile evlenince Doğu kültüründen etkilenince dünyanın merkezini Atina yerine Babil yapmaya çalışınca komutanlarınca öldürülmüş nefret yine galip gelmiştir.

                Roma imparatorluğunun ayrıntılarına girmeden bilmemiz gereken Papalığın merkezi Vatikan Roma’da sadece dini olarak değil, bütün idari otoritenin üstündeydi. Taç giyip, onları takdis ediyordu. Bu yüzden Batı Roma, Ortadoks Doğu Roma’yı Romalı bile saymayıp Doğulu Bizans olarak küçümsüyordu. İki Roma arasındaki bu çekişme Doğu/Batı çatışmasına dönüşmesi İslam dininin doğuşu ile durakladı.

                Sen/ben kavgasındaki Roma ve Bizans batağa saplanırken, tek Allah’a inananların ve Hz. Muhammed’i O’nun elçisi sayanların kardeşliği ve birliği kısa sürede büyük gelişme gösterdi. Özellikle İslam’ı kılıç zoruyla da olsa Asya’da yayılma sürecinde Türkler de İslamiyet’i kabul edince dünya sahnesinde hedef haline geldiler.

                Uygurlar dışında bütün Türkler göçebe hayatı yaşıyorlardı. Özgürlüklerine çok düşündüler. İslam Türkleri şehirlileştirdi ama özgürlüklerini ellerinden alamadı. 1070’den sonra Anadolu’ya yerleşen Türkler İpek ve Baharat yollarının hâkimiyetleri altına alarak büyük ekonomik hareketliliğin sahibi oldular.

                Türkler sırayla Göktürk, Uygur, Gazneli, Karahanlılar ve Büyük Selçuklular devletlerini kurarak devlet düzenini kurup güven ortamı yaratmaya çalıştılar. Uymak istemeyenler ile bazı gruplar dini bahanelerle dağlara çekildiler. En ünlüsü de Hasan Sabbah’tı. Alamut kalesinde haşhaş ile uyuşturduğu fedailer ile Selçuklu veziri Siyasetname yazarı ve İmam-ı Gazali ile birlikte İslam’da içtihat kapısını kapatan Nizamülmülk’ün öldürülmesi koruyucu devlet anlayışını değiştirmedi.

                Doğu’daki koruyucu düzen Batı’nın hiç işine gelmiyordu. Asya-Avrupa ticaret yollarından sonra Avrupa’ya yaklaşan Türkleri Anadolu’dan söküp atmaları, Ortadoğu’nun kilidi Kudüs’ü Müslümanlardan alınması için Papa II. Urban’ın 1095 yılında yüzyıllar boyu sürecek Haçlı savaşlarını başlattı. Kudüs’ü alan Haçlılar katliam yaparken, Selahaddin Eyyübi Kudüs’ü Müslümanlara kazandırırken insanları koruması, isteyenlere Kudüs’ü terk etmeleri için imkân sağlaması Doğu kültürünün bir gereği idi. Tarihin bir cilvesi mi yoksa Ortadoğu’nun kaderi mi bilinmez ama tam yaralar sarılmadan Moğol istilası ortalığı kasıp kavuruverdi.

                Konya’da Celalettin, Anadolu’yu dolaşan Yunus Emre aşk ve Hacı Bektaş Veli vahdeti vücut görüşü ile tasavvuf kültürünü ortaya çıkarıyor. Anadolu Türkü “ aşk” kavramında sevgiyi kutsallaştırıyordu. Beyliklerden sonra kurulan ve siyasetnameyi iyi özümseyip ve örgütleyen Osmanlılar Doğu’nun “aşk”ı, Batının nefretine üstün gelerek Haçlıları Orta Avrupa’ya sürdüler. Bunu Osmanlılar sadece kılıç gücü ile yapmadılar. Bunda manevi değerlerin üstünlüğüne dayandırdılar. Bütün toplumsal sınıfların uyum içinde yönetecek adalete ve hoşgörüye bağladılar. Batı’da efendi ve köle sınıfları arasında geçiş imkânsız iken Osmanlılarda ise esir pazarında köle olarak satılan biri sadrazam olabildiği gibi değişik devlet kurumlarında da görev alabiliyordu.

                Batı bencil çıkarları ile kan dökmekten çekinmiyor. Afrika ve Amerika’ya uzanıyor. Yerli halkları katlediyorlardı ya da köle olarak Avrupa’ya gönderiyorlardı. Avrupalı denizciler Hindistan’a ulaşarak ekonomik hareketliği deniz yoluna kaydırınca Osmanlının Orta Asya Türkleri ile bağlantısı kesiliverdi. İngiltere, Rusya ve sonradan kurulan Amerika güçlenirken Osmanlı devleti çöküş sürecine giriyordu.

                Çanakkale Doğu’nun Batı karşısında şanlı direnişlerinden biridir. Sonucunda Rusya’da Bolşevik ihtilali oluyor. Arap ihanetiyle Kudüs’ü kaybeden Osmanlı parçalanırken, Rusya’nın merkez olduğu Orta Asya Türk toplulukları ile SSCB, Batının karşısına Doğu’nun dinamik gücü haline geliyordu.

                Batı’nın parçaladığı Osmanlı devletinin küllerinden Mustafa Kemal ve 19 Türk generali tarafından Türkiye Cumhuriyeti kuruluyordu. İngiliz oyunları sonucunda ihanet eden Arapların sayesinde Mekke ve Medine’nin denetimi İngilizlere geçiyordu. Bunun sonucunda hilafetin bir anlamı kalmıyordu. Bağımsız bir devlet olan Türkiye Cumhuriyeti de Diyanet İşleri Başkanlığını kurarak dini siyasetin dışına çıkarıyor ve topluma vatan sevgisini ortak değer olarak öneriyordu.

                Tanrı ile parayı bütünleştiren Batı’nın maddeye tapanlar için Türkiye’nin manevi değerlerden (İslam dini) gücü yok edilmeliydi. Türkiye Doğu cephesinde yer alırsa Batı için ürkütücü sonuçlar olabilirdi. Bunun için maddi çıkarlar ve para sarhoşluğu devletin yönetim kadroları ve aydın kesimini etkileme yolu olarak görüldü ve uygulamaya koyuldu. Bunun içinde Cumhuriyetin temeli milli kültür olduğu unutturulup çağdaşlaşmanın evrensel (Batı) kültürü ile olacağı teraneleriyle Batıcılığa geçiş yapıldı. Dünya klasikleri basımı ve Batı sinemacılığı ile sinemamızın da manevi değerlere saldırılar birbirini izledi.

                Türkiye’ye demokrasi güya İkinci Dünya Savaşı sonrasında, Stalin’in estirdiği korku ortamında San Francisco konferansı öncesinde ABD’ye verilen teminatla başladığı kabul edilir. Bu yanlış bir bilgidir. Sadece çok particilik gelmiştir. Komünizme karşı durma demokrasi olarak kabul görüp, Batılılaşma eğilimi, Batı’ya kapaklanmaya dönüştü. Bir şekilde demokrasi adına biz idare edemiyoruz siz idare edin diye 1959 ‘dan beri AB’ye kapaklanmaya çalışmaktadırlar.

                1990’lı yılların başına kadar Doğu’nun kalesi Sovyetler Birliği idi. Başkan Reagen, Gorbaçov’a baştan çıkarıcı bir teklifte bulunuyordu. Bizim gibi zengin olmak istiyorsanız Doğu halklarının koruyuculuğunu bırakın, dünyayı soymada ortak olalım. Türk siyasetçilerinin İngiliz hayranlığına benzer bir şekilde Rus halkının da Amerika’ya hayranlığı vardı. Gorbaçov’un geri çevirmesi zordu. Perestroyka- Yeniden yapılanma hareketleriyle Sovyet sistemi tedricen tasfiye edilmeye başlandı. 1991 yılında Yeltsin ile iş tamamlandı. Sovyetler Birliği dağıldı. Sosyalistlikten vazgeçen Rusya, Batı’nın suç ortağı haline geldi. Zira

                Şimdi soralım, Rusya ortak olunca ona karşı kurulan NATO ne olacaktı? Cevap gecikmedi. NATO’nun bundan sonraki görevi Batı Medeniyeti’ni İslam’a karşı savunmak. Artık düşman İslam. Çünkü petrol kaynaklarının %70’i Müslüman ülkelerinin topraklarında bulunuyordu. İşte bu olaylar olurken Türkiye bir şaşkınlık dönemine giriyordu.  Ya Amerika’yı Efendi kabul edecek, ya da bağımsız milli varlığını sürdürmek isterse düşman ilan edilecekti. Tıpkı Kuzey Kore, İran vs.

                Dünyanın jandarmasına oynayan Amerika dünyada sulhu sağlama yerine rahatını uzatmak için Irak’a saldırıyordu. Güya Irak’ı Saddam gibi diktatörden kurtarıyordu. Bu saldırıda pay almayı hesaplayan Rusya ve Çin Ortadoğu’nun felaketine göz yumdular.

                Türkiye’de de işler iyi gitmiyordu. 11 Eylül 2001 tarihi itibarıyla NPQ da Nathan Gardels’ “ Türkiye öyküsü, bugün tüm dünyanın öyküsüdür.” Yazısını okuyanların bazı görüşlerini unutmayacağını sanıyorum. “11 Eylül 2001 tarihi itibariyle Türkiye dünyanın en önemli kültür devletlerinden biri durumuna geldi.” (Ilımlı İslam ile) “Modernleşme Doğu’dan, Asya ve Türkiye’den gelecek, sonunda Peygamberin yurduna, Arabistan’a yayılacaktır.” Sözleri bence utanç vericidir.

                Berlin Duvarı’nın yıkılmasının 10. Yılı dolayısıyla Washington’da Georgetown Üniversitesi’nde bir konuşma yapan Başkan Clinton,” ben gelecek yüzyılı da büyük ölçüde  yönlendirecek etkenin, Türkiye’nin kendi geleceğini, bugünkü ve yarınki rolünü biçimi olduğuna inanıyorum..  Zira Türkiye; Avrupa, Orta Doğu ve Orta Asya’nın kavşağında bir ülkedir” demişti.

                Biraz gerilere giderek ABD’nin bize attığı kazıkları hatırlayalım. Kore savaşında binlerce ABD askerini kurtaran Türk tugayına Kıbrıs’ı Yunanistan’a hediye verilmesini isteyiverdi.  Humeyni’nin dönüşünden sonra İran’ın ABD büyükelçiliğini rehin tuttuklarında Türkiye, İran ile ilişkilerini dondurarak ABD’nin yanında yer alınca ABD vatandaşı çarşaflı Merve Kavakçı’yı ülkemize yollayarak karışıklık çıkartıyordu. Yine Saddam Hüseyin’i hizaya getirmede Türkiye’yi kullanıyordu.1  Mart teskeresi geçmeyince iki kuruma fatura kesiverdi. Birincisi TSK, ikincisi de TBMM idi. Bunlar yetmedi Türkler Türkiye’de Kürtlere baskı yapıyor. Kürdistan diye bilinen ülkeyi işgal etmiş diye yeni bir ödül veriyordu. Bu arada NATO tatbikatında Saratoga zırhlısından atılan füze, Muavenat Zırhlımızın kaptan köşkünü vurmasını da unutmamalıyız.

                Son dönemde de Suriye konusunda  ABD’nin yanında yer almamızın ödülü de 10 milyonun üzerine ne oldukları bilinmeyen Suriyeli Mülteciler ve Güney sınırımızda ikinci bir Kürt yapılanmasını kurma girişimleridir. YPG ve SDG’ye eğitim ve tırlar dolu silahlar işin çabası.( FAO tarafından uygulanmaya çalışılan bir proje var. “FAO beş il seçmişler, geldiler buraya. Vali imzalamış, bizim de partner olarak imzalamamız gerekiyormuş. Birleşmiş Milletler’in bir başkanı geldi ‘Suriyelilerin burada kalıcı olarak Hazine arazilerinin bunlara verilmesi, 30 dönüm 50 dönüm filan’ dedi. 3.8 milyon dolar bir hibe verecekmiş. Sonra Yunt Dağı’nda, Recepli, Örselli, Karavelli’de bunlara yer verecekler. ‘Cumhurbaşkanımız söylemiş olabilir. Ben bunu imzalayamam’ dedim.” Aydın, Bursa ve Balıkesir’in projeyi imzaladığını kaydeden Yılmaz, “Protokolü hazırlayan vatandaş, ‘buradaki asli unsurlar’ diyor. ‘Türk ve Suriyeliler eşit şekilde bundan faydalanır’ diyor. Dedim ki: Suriyeli asli unsur değil. Asli unsur biziz. Bunlar da burada mülteci, misafir statüsünde imzalamıyorum. Bir kavga bir gürültü. Ben size 4 milyon dolar vereyim, alın siz Amerika’ya götürün dedim” ifadelerini kullandı.) Bizde bir tespite yer verelim: FAO gibi bir kuruluş yapıyorsa mutlaka bir derin amacı vardır. Suriye’den kimlerin geldiğini bilen var mı? İçinde Ermeniler, Asuriler ve Keldaniler var mı? Kendi insanımızdan esirgenen ata yadigarı topraklar paraya karşı peşkeş çekilebilir mi?( Yeni çağ yazarı Arslan Bulut 18 Mart 2024 günlü köşesinde 10 ilden bahsediyor.)

                Gelelim Avrupa Birliği’nin attığı kazıklara: Öncelikle Batı limanında demirli tutabilmek için tüm kurumlara para yağdırdığını biliyoruz. Kılıfı da proje karşılığı. Birlik ülkelerinde binlerce aç ve sefil insan varken bize para vermesi olağan bir şey değil. Aday ülke yapıldığımızdan sonraki açıklamalarda adaylık sürecinin ucu açık denmesi ve Erdal İnönü’nün Dışişleri Bakanlığı zamanında AB Komisyonu Başkanı olan Jacgues Delors’un “hilal-haç” çatışmasını hatırlatırcasına “ Bu bayrağınızla AB’ye giremezsiniz” demesi, İslami kimliğimiz yanında “ ulusal egemenlik ilkesi ile AB ne ölçüde paylaşıldığı da belli değil. Girdiğimizde AB İslam’dan ve Atatürkçülükten vazgeçmemizi isterse ne yapacağımızda belli değil. Son dönemde Batılılaşmanın neresindeyiz? Hangi Atatürk? Soruları sık sorulmaya devam ediyor.

                Batıdan farklı bir medeniyete mensup olduğumuz gerçeğini ve bilincini terk ettiğimiz takdirde,  şu anda hâkim başka bir medeniyet camiasına iltihak etmeyi kabul etmiş olacağız. Başbakan R.T.Erdoğan Türkiye’nin AB ile bütünleşmesi bir medeniyet projesidir diyor. Bu yaklaşım Osmanlı’nın çözülüşünden beri ”çağdaşlaşmak, Batılılaşmak gerek” diyen bizim iflah olmaz Batıcıların, “Batı uygarlığını yakalamak “ hedefi ile, “Zaten Batı medeniyetinden başka bir medeniyet var mı ki....” görüşü ile ve Fukuyama’nın, “  Hâlâ tarihin sonundayız, çünkü dünya politikalarına egemen olacak hâlâ tek bir sistem var, o da liberal ve demokratik Batı'nın sistemi.”(1) tezi ile paralellik arz etmektedir. Halbuki,  Batıcılığın toplumumuzun sancılı, travmatik bir deneyim yaşamasına yol açtığını, bugüne kadar karşı karşıya kaldığımız hemen hemen tüm siyasi, kültürel ve ekonomik sorunların en belirleyici unsuru olduğunu dikkate alarak bütün boyutlarıyla masaya yatırılması ve tartışılması gerekirdi.

                Müslümanlardan kendi hak ve hukuklarından vazgeçerek, insana ve dünyaya yönelik tasavvurlarından taviz vermesini istemek, AB ile uyuşma ve uzlaşmalarını istemek doğru ve adil bir davranış değildir. Kur’an-ı Kerim bu noktada Müslümanlara bir hatırlatma yapmaktadır; “Onlar, senin kendilerine yaranıp-onlarla uzlaşmanı arzu ettiler; o zaman onlar da sana yaranıp, uzlaşacaklardı. (68 Kalem, 9)

                Osmanlı ordularının Kutsal İttifak karşısında gerilediği bir sırada, bir Hıristiyan tarikatı olan Quaker’lerin önde gelen isimlerinden İngiliz William Penn 1693 yılında yazdığı risalede, Avrupa devletleri arasındaki anlaşmazlıkları çözümlemek, savaşları önlemek amacıyla bir “Avrupa Devletleri Örgütü” kurulmasını önerir. Türklerin de “İslam Dini’ni terk edip Hıristiyanlığı kabul etmeleri” şartıyla bu örgüte katılabileceklerini belirtir(2).

                Türkiye’yi Avrupa kapısında bekletirken esas gayeleri, İslam’ı bizzat İslamcı diye bilinen kadrolar eliyle laikleştirme ve böylece İslam’ı siyasi, sosyal, ekonomik ve hukuk alanından uzaklaştırarak bireysel bir inanç meselesi haline getirmektir. Diğer bir ifadeyle, esas amaçları İslam’ı özünden kopararak Türkiye’nin İslam eksenli merkezi bir rol oynamasını imkansız hale getirmek, Türkiye’yi İslam’dan ve İslam dünyasından yalıtmak, kimliksiz ve kişiliksiz bırakmak ve Batının gönüllü mandası yapmaktır. AB’ye girmiş bir Türkiye, İslâmi köklerinden, İslâmi mirasından, İslâmi iddialarından tümüyle vazgeçmiş olacaktır. Avrupalılar AB’ye kabul ettikleri şeyin Müslüman Türk toplumu değil, laikçi sistemin sahibi olan Türkiye devleti olduğunu açıkça söylemekten çekinmiyorlar. Şu bir gerçek ki,  hala hayatımızı anlamlı kılan, kimliğimizi ve anlam haritalarımızı oluşturan tek güçlü ve köklü aktör olan Müslümanlıkla yeniden buluşmamızı ihmal ettiğimiz ve İslam ile ilişkilerimizi asgari düzeye indirdiğimiz takdirde ancak AB bizi alacaktır. AB bünyesine girdiğinde, Türkiye’nin Müslüman karakteri aşındırılarak hazmedilebilir hale getirilecektir. Bir nevi “Azaltılmış İslam” (Light İslam) kimliğiyle ancak o camiada yer tutabilecektir. Kur’an-ı Kerim’de Rabbimiz bu tehlikeyi bize şöyle haber veriyor; “Sen onların dinlerine uymadıkça, Yahudi ve Hıristiyanlar senden kesinlikle hoşnut olacak değildirler.”(2 Bakara, 120)

         Balkanlar ve Orta Avrupa arasındaki bölge de bulunan Bosna-Hersek gibi bir Müslüman ülkenin varlığını içine sindiremeyip katliamlara göz yuman bir anlayış ve yaklaşım, nasıl olur da, nüfusun yüzde doksanı aşan kısmı Müslüman olan koskoca bir Türkiye’yi AB’nin tam üyesi yaparak üst karar mekanizmalarında söz sahibi yapabilir? 

Ne Avrupa tarafından hazırlanan İlerleme Raporlarında, ne de Türkiye cephesindeki Uyum Paketlerinde “din özgürlüğü” konusunda doyurucu açıklamaların olmaması nasıl izah edilecektir? Bugün Türkiye’nin en önemli sorunu olan “din özgürlüğü” ne duyarsız kalıp, Müslümanlara uygulanan baskılara hiç temas edilmezken, resmi veya sivil tüm temas ve görüşmelerde azınlıklar ve etnik sorunlar gündemin ilk maddelerini oluşturuyor. İlerleme raporlarında sayıları birkaç binle ifade edilebilecek olan Süryanilerin durumlarına sayfalar ayrılırken Müslümanların sorunları konusunda hep susuluyor. Bahai Cemaati’nin ibadet yeri olarak kullandığı arsayla ilgili istimlak sorununa yer veren raporda, başörtüsü sorununa bir “din özgürlüğü” olarak yer verilmiyor. Başörtüsü mağdurlarını ve başörtülü bir sanığın kendini savunma hakkının engellenerek duruşma salonundan çıkarılmasını görmezlikten geliyor.

     AİHM’nin dini inancından dolayı mağdur edilenlerle ilgili kararlarının hepsi - insan hak ve özgürlükleri bir yana bırakılarak – Türkiye’deki baskıcıların uygulamalarını destekler mahiyette sonuçlandırılmıştır. Etnik ve azınlık hakları ile ilgili kararlar süratle alınıp, yürütmeyi durdurma kararları verilirken, bugüne kadar Türkiye’deki dini mağduriyetler lehine tek bir karar alınmış olmadığı gibi karar süreçleri de çok uzun sürmektedir.

                Bütün bunlardan sonra Türkiye’nin umut olabilmesi için öncelikle uydurma yerli ve milli diye yutturulmaya çalışılan politikalardan vazgeçmesidir. Hele geçtiğimiz günlerde Büyük kongresini yapan MHP’nin liderinin Tayyip Erdoğan’ı kurtarıcı görmesi bize çok tuhaf geldi. Çok değil birkaç yıl önceki sözleri ile karşılaştırılınca işler değişiyor. Bahçeli gibi birisini neden kurtarıcı olduğunu açıklaması lazım. Ülkem dünyanın değişik yerlerinden getirilen sığınmacılarla ABD Kongresi’nin 1896’daki gizli kararı gereği, Türkiye, ahalisi Hristiyanların çoğunlukta olduğu bir ülke haline getirilecek! Bu bir varsayım veya komplo teorisi değil, hâlen uygulanmakta olan bir Amerikan projesidir. 10 ile yerleştirilenlerin dinleri biliniyor mu? Bir Osmanlı sadrazamının dediği gibi Batılıların dediklerinin tersini yapınca işler düzeliyor misaline uygun hareket ettiğimiz takdirde umut olma şansı doğabilir.                                                                                                                                                                                             İbrahim Ayan

Kaynaklar:

1-      Francis Fukuyama, “Hala Tarihin Sonundayız”, The Wall Street Journal, 10.10.2001

       2-William Pen, “An Essay for Present and Future Peace in Europe” Pennsylvania, USA,    

       (www.pf.ukim.edu.mk)