Ülkemiz bir yerel seçim sürecinden neredeyse hiç olaysız denilebilecek düzeyde başarılı bir
YEREL SEÇİMLER VE SEÇİM KANUNU
Ülkemiz bir yerel seçim sürecinden neredeyse hiç olaysız denilebilecek düzeyde başarılı bir süreci daha tamamladı. Münferit olaylar her ülke seçimlerinde de olmaktadır. Özellikle Van’daki olayları da saymazsak. Ülkemde bu günlerde 31 Mart seçimlerinin partilerce tahlili yapılmaktadır. Basına yansıyanlara bakınca insanın canı acımaktadır. Hiç kimse seçim kanununun adaletsizliğinden bahsetmiyor.
Seçim kanunu değişmelidir. Hele son Cumhurbaşkanlığı kabinesinde görüldüğü gibi bütün bakanlar seçim mahallindedir. İşleri yok mu diyesi geliyor insanın. Bunun yanında bütün dünyada olmayan ama bizde olan hazine yardımı da kaldırılmalı. Milletin parasıyla millete propaganda yapma zamanı kapanmalı diye düşünüyorum. Seçim harcamaları da şeffaf olmalı. Siyasilerimiz hep övünürler ya biz Avrupa’dan daha ileri kanunlar yapıyoruz diye.
Türkiye’mizde siyaset her geçen gün kalite olarak düşmekte ve ülkemizi büyük bir kaosun eşiğine hızla getirmektedir. Bu duruma çözüm arayanlarımız seçim sistemine bakmalıdırlar. Halen yürürlükte olan Anayasamızın birinci maddesi Türkiye Cumhuriyeti bir hukuk devleti olduğunu ve 6. Maddesi de “ Egemenliğin kayıtsız şartsız Türk milletine” ait olduğunu tam bir kesinlikle ifade ediyor. Yine 6. Madde bu egemenliğin yetkili organlar eliyle kullanılacağını, hiçbir surette kişiye ya da zümreye ve sınıfa bırakılamayacağı esasını getiriyor.
Ülkemizde yukarıda saydığımız hükümler tam uygulanıyor mu ona bakalım? Öncelikle şunu iyi bilmeliyiz ki Anayasalar kadar siyasi partiler ve seçim yasaları da gerçek anayasalardır. Çünkü milletin çıkarlarını ve egemenlik haklarını koruyacak insanların seçimi siyasi partiler ve seçim kanunları ile yapılmaktadır.
Hemen belirtelim ki Anayasa’mızın 7. 8. ve 9. Maddeleri Türk milleti adına YASAMA yetkisi TBMM tarafından yapılır. Yine Anayasa’mızın 6. Maddesinde ki bir kişiye ya da zümreye devredilemeyecek olan yetki Seçim ve Siyasi Partiler kanununa göre devredilmektedir.
Halen yürürlükte olan seçim sistemimize göre “ Merkez Yoklaması” olarak biline ve kimin vekil, kimin belediye başkanı hatta il ve ilçe başkanı olacağını genel başkanlar belirlemektedir. Bu durumda Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni milletçe seçilmiş bir meclis olmaktan çıkaran bu sistem garabeti yüzünden ülkemiz parti genel başkanları tarafından reysen atanmış meclislerle yönetilmektedir. Genel başkanlar, Türk milletinin vekillerini seçerek TBMM’yi oluşturma hakkını Anayasa kanununa bırakmış. Kanun parti tüzüğüne havale etmiş, tüzüğü yapan liderler ve parti genel merkezleri milletin hakkını bir illüzyonla ele geçirmişlerdir. Kanun parti genel merkezlerine TBMM üye sayısının %5’i kadar kontenjan vermiş; ama bununla yetinmeyerek 31.07.1998’de bir fıkra ilave edilerek adayların merkezden atama yoluyla aday listelerini YSK’ya verebileceğini düzenleyivermişlerdir. Sözün kısası milletvekili seçimlerinde üç- dört parti lideri meclisi atama yolu ile belirleyebilmektedir. Bize ise noter gibi onaylama görevi kalmaktadır.
AKP iktidarının hukukçu TBMM Başkanı Cemil Çiçek Ağustos 2013’te Vatan Gazetesi’nde yayınlanan söyleşide “ yürütme organının emrinde bir meclisimiz var. Meclis’in gündemini hükümet tayin ediyor” diye TBMM’nin R.T. Erdoğan’ın emrinde olduğunu söyleyivermiştir. ( Aynı durumun ANAP zamanında da Özal’ın elinde olduğu gibi.)
Türk siyasetinin tek belirleyicileri konumuna gelmiş olan parti başkanları, kimseyi ikna etme ya da hesap verme zorunluğu da olmadığı için uluslararası güçler arasında yapılan görüşme pazarlıklarda milletin hak ve çıkarlarını masaya koyduğunda kim engel olacak. Örnek mi istersiniz? T. Özal, Birinci ve İkinci Körfez harekatları sonrasında ülkemin milyarlarca dolar kaybetmesine sebep olan siyaseti sonrasında hesap sorulduğunu duyan oldu mu? Son dönemde olanları bilen var mı?
Millet tarafından seçilmedikleri belli olan bu siyaset başkanları sistemin yegane belirleyicileri olduğu için 1959 da bu yana hiç kimseyi ikna etmeden Avrupa Birliği’ne girmek istemişlerdir. Öyle ki Amerika, Avrupa Birliği ve Vatikan’ın emirleri doğrultusunda Kıbrıs’tan asker çekmeye, Cuma namazında ‘tek din İslam’ mealindeki ayeti söyletmemeye hatta” Ermeni gençliğine Karabağ’ı biz aldık, Ağrı Dağı’nı da siz alacaksınız” diye hitap eden ülkenin Cumhurbaşkanına kırmızı halı sererek karşılamakta…..
Bütün bu siyasetler sonrasında 1980-1990 arasında 50 ilimizde gerileme yaşanmış, 7 ilimiz ise yerinde sayarken 10 ilimiz gelişme gösterebilmiştir. Ülkemiz “ Ortak Pazar” masalı ile uyutulurken Avrupa’nın ucuz pazarı haline getirilmiştir.( Şimdilerde de Göçmenler ülkesine, Suriyeli göçmenlere 10 ilde toprak vererek asli vatandaş yapmaya kalkışıyoruz bilen var mı?) Bütün bunlara rağmen televizyonlarda “Çağ atladık” Avrupa Birliğine girdik teraneleri ile ülkemizin yılları heba edilmiştir.
Dün olduğu gibi bugünde vekiller dünyanın ve Türk milletinin gözü önünde, TBMM kürsüsünde yapmış oldukları yemini unutmuşlar/unutturulmuşlardır. Geçerli olan Anayasa’ya sadakat yemini yapan muhteremler yemin ettikleri Anayasa’yı kaldırmak üzere A. Öcalan’ın da istediği ( darbe Anayasası diye kendileri tarafından kuşa çevirdiklerini unutarak) yeni anayasa( sözde sivil) yapmanın taşlarını döşüyorlar. Sonuç olarak ABD, Fransa ve İngiltere’deki ‘ seçilmiş hükümdarlara’ verilen yetkilerden daha fazlası ile donatılmış olan siyasi parti başkanlarımız ( Seçim ve partiler yasası ile) yüzünden Türkiye’de siyaset ülkenin gerçek gücüne, gündemine ve çapına uygun bir iradeyi her sahada ortaya koyamamaktadır.
Hem iktidarın hem de yerel yönetimlere gelen değişik partilerin belediye başkanlarının seçimi iyi değerlendirmeleri ve ona göre çalışmaları gerekmektedir. Başka Türkiye olmadığını bilmelidirler.
İbrahim Ayan